Bir İnsanlık Düşmanı: Psikiyatri

2016-04-21 / psikiyatri /   / 0 Yorum /

 

 20 Eylül 1999, Adana,      (26 Eylül 1999'da Radikal İKİ'de “Bir İnsanlık Düşmanı” başlığıyla yayımlandı.)

 

Bir Muazzam Örnek: Hikmet Uluğbay

Bir İnsanlık Düşmanı: Psikiyatri

Konumuz intihar. Konuşulmaması tercih edilen. Konuşulursa, gündeme gelirse, insanların özenerek patır patır aynı yolu tercih edeceğinden korkulan. Yaşam düşmanı. Hastalık. Seçim değil, mahkumiyet. Çare değil, teslimiyet. Onurlu değil, zavallı. Cesaret değil, korku. Güç değil, zayıflık olarak görülen.

Hikmet Uluğbay: Bir insanlık timsali. Çalışkan, belki işkolik, kendi deyimiyle. Dürüst. Efendi. Güzel konuşuyor, hâlâ, dilindeki arızaya rağmen. Toplumsal sorumluluğu yüksek. Mütevazı. Statüsüz. Koltuksuz. Yükü, sorumluluğu paylaşan. Suçu, hayır. Sıkıntılarını, asla. Farkında. Başına gelenleri görüyor. Kendine yaptığını anlıyor. Kendisinin psikologu. Onurlu, tartışmasız. Bilinçli, kesinlikle.

Psikiyatri: Hastane, hayır, hapishane. Gönülsüz başvurulan. İradeyi yıkan. İktidar. Erkek. Beyin düşmanı. İyiniyetli, cehennem yolunda. Sığ. Mekanik. Pinokyo. Tüccar. İlaç şirketlerinin can dostu. Cahil, ne bilmediğini bilmeyecek düzeyde. Korkak. O yüzden silahlı. Silahı ilaç. O yüzden öldürücü. Yaşayan ölülerin yaratıcısı. Yaşam düşmanı. Ruh iyileştiricisi. Ama ruhsuz.

Hayır, Cemil Meriç’e özendiğimi sanmayın. Başka türlüsü elimden gelmedi. Öyle net görünüyor ki bana her şey, niye bu kadar körlük diye hayıflanıyorum. Hayıflandığımla kalıyorum.

Klinik psikoloji ve bilhassa psikiyatrinin iktidarıyla yürüyen bireysel psikolojik yardım hizmetleri hakkında ne zaman söz alsam, kendimi atom bombasına çakıyla karşı gelmeye çalışan biri gibi hissediyorum. Bu yalnızlığın bir sonucu olarak, şahit olduğum dramlara dayanamayıp, çıldırabilirim. Türkiye’de yalnızım, veya öyle sanıyorum, dünyada değil, şükür. Vasiyetimdir, hiçbir koşulda psikiyatriye teslim etmeyin beni. İnsanlık halidir, günün birinde, Hikmet Uluğbay’ın gösterdiği cesareti gösteremeyip, kendimin değil de bir başkasının canını alırsam, “cezai ehliyeti yoktur” raporunun kurtarıcılığı için psikiyatriyi bulaştırmayın.

Sen, Hikmet Uluğbay, ne büyük derssin aslında. Sen, diyorum, kusura bakma, seni bir can dostum gibi hissediyorum ve şimdiye kadar ben dostlarıma hep sen diye hitap ettim. Yaşayan ölü haline geliyordun, ifadelerinden anladığım kadarıyla. Hayır, dedin, bu hayat beni öldüremeyecek. Onu da ben, kendi ellerimle yapacağım. Hemingway’i anmak doğru mu bilmem, ama ister istemez aklına geliyor insanın. İyi ki de geliyor. Onunki de, seninki de aslında bir yaşam manifestosu. Görüntüler aldatıcı olabilir, yani İngilizcesini de mi yazsam acep, “appearences may be deceptive”. Görünenin altında ne olup bittiğini ancak yaşayan bilir. Bildiğini de kendisiyle ve isterse can dostuyla paylaşması yeterlidir. Ötesi, kimsenin üzerine vazife değil!

Psikiyatristler, çatlayın e mi! Hadise olur olmaz, her muz kabuğuna basan Özcan Köknel, yüz cümle konuştuğunda, duran bir saatin günde iki kez doğruyu göstermesi misali, ancak iki cümlesi bir anlam taşıyan Yıldırım Aktuna, adına utanmadan Derinlikler dedikleri programlarında, sığlık ötesi yorumlar yapan ve tam da hak ettikleri gibi zaman zaman Mustafa Denizli ve Duygu Asena gibi konukları tarafından bile o sığ sularda boğulan mahşerin üç atlısı, Ünsal Oskay hocanın o muazzam entelektüel tokadını yedikten sonra, ardında bayağı ötesi bir sataşmayı bırakarak bir “hal” olup Siyaset Meydanı’nı terkeden Kerem Doksat, hemen yapıştırdınız teşhisi: Depresyon. Etiket belli, adres de belirlendi: Kesinlikle psikiyatrik tedavi. İlaç? Mutlaka.

Adana tabiriyle, tam “zortluk” oldunuz. Adanalı, örneğin biri böyle kuru sıkı konuşup sonunda da foyası meydana çıkarsa, bir elini yumruk yaparak ağzına götürür ve üfleyerek “zooort” diye kocaman bir ses çıkarır. İşte ben de bir Adanalı olarak, tüm bu kuru sıkı yorumlarınızı insanlara bilgi diye sunduğunuz, genellikle en çaresiz anlarında size başvuran bu insanlara, kısa yoldan teşhisler koyup, dinleme zahmetine girmeden etiketler yapıştırıp, genellikle sadece ilaç verdiğiniz ve Hikmet Uluğbay’a da bunu yapmaya kalkıştığınız için, tüm insanlık namına, siz psikiyatristlere ve kimi zaman psikiyatristleşen klinik psikologlara kocaman bir “zort” çekiyorum. Ömrüm vefa ederse, hakkımda zaten başlatmış olduğunuz şikayet zinciri, bu memlekette, eskisi kadar olmasa da adam harcamanın çok kolay olduğu bu memlekette, yaşam ve ifade alanımı mevcut halinden daha da daraltmazsa, o masum insanlara yapıştırdığınız etiketlerin faturalarını bir bir size ödetmek boynumun borcu olsun.

Yaşam esastır elbette. Fakat yaşamak dediğiniz sadece nefes alıp vermekten ibaret değildir ki. Boşuna Batı’da ötenazi tartışılmıyor, eskisinden de fazla. Bizde mevcudiyetini bırakın, tartışması bile yok. Ötenazi dursun şimdi, biz intihara bakalım. Savunuyor muyum, hayır. Korkuyor muyum, hayır. Tartışalım mı, evet. Tartışılması, gündemde yer alması, intihar girişimlerini arttırır mı, kesinlikle hayır.

Korkunun ecele faydası yok diyen, boşuna dememiş. Korkmayacaksın. Hele başka birine yardım etmeyi özü olarak bellemiş bir meslek içindeysen, hiç korkmayacaksın. İnsanlık halidir, korkarsan da, bunu yenmeyi bileceksin, eğer bu mesleği seçmişsen. Sen korkarsan, senden yardım isteyen kişi bunu öyle bir hisseder ki, mevcut korkusu daha da artar. O yüzeysel ve mekanik yaklaşımıyla aslında günümüz psikoloji pratiğinin bir örneğini sunan Acar Baltaş’la nasıl birlikte çalıştığını çok merak ettiğim Mustafa Denizli, beraberlik halinde galibin penaltı atışlarıyla belirleneceği bir maç öncesi, oyuncularına penaltı çalışması yaptırmaz. Nedeni sorulduğunda, “eğer penaltı çalışması yaptırırsam, sporcularım maçta beraberliği hedeflediğimi düşünürler. Böyle düşünerek oynarlarsa, böyle bir korkuyla, büyük bir ihtimalle mağlup oluruz,” diye cevaplamış. Bravo ona.

Böyle bir yaklaşıma itiraz bellidir: Efendim, “hasta” kişiler “sağlıklı” düşünemez; eğer ilaç vermezseniz, kontrol altında tutmazsanız, her an intihar edebilirler. Keşke, ah keşke, bunun bir istatistiği olsa. Yani, psikiyatrik tedavi almış veya almakta olanların ve ilaç almış veya almakta olanların intihara başvurma sıklığı/oranı ile bu tür bir tedavi/ilaç almayanların intihara başvurma sıklığını/oranını karşılaştırabilsek. Gazete haberleri sürüyle. Bir tanesi Adana’dan: “Üçüncüde ölmeyi başardı. Adana’da daha önce de iki kez intihar girişiminde bulunan iki çocuk annesi Aysel Özer, üçüncü girişiminde, bir avuç sinir hapını içerek canına kıydı. 18 Mayıs 1999, Hürriyet.” Kim bilir ne derdi vardı bu gencecik annenin ve kim bilir psikiyatri nasıl yaklaştı ona. Muhtemelen, çok kısa bir görüşmeden sonra, psikiyatristimiz belirtilere göre teşhis koyup ilaçları dayadı bu genç kadına. Sonrası malum. Eğer sorunun özüyle, kaynağıyla ilgili, rahatsızlık yaşayan kişiyle, yardımcı olmaya soyunan kişi birlikte bir çalışma yapmazlarsa ve bunu yapmak yerine sorunların çoğu kez üzerini örtmekten başka hiçbir işlevi olmayan ilaçlara başvurulursa, sonuç intihar olmasa da, pek hayırlı olmaz. Olmuyor da. Önümüzdeki örnekler bunu gösteriyor göstermesine de, gören kim?

Hikmet Uluğbay, muazzam bir örnek, önümüzde. Kendisini intihara götüren koşulları gayet güzel değerlendiriyor. Toparlanma sürecinde, muhasebesini yapmış yaşamının. İhtiyaç duymadım bir psikologa veya psikiyatriste, diyor. Ama, ihtiyaç duysaydım veya duyarsam, hiç çekinmem giderdim, giderim, diye eklemeyi ihmal etmiyor, tüm içtenliğiyle. Böyle bir ihtiyacı doğal karşılıyor, özellikle çekindiği, kaçındığı için değil, ihtiyaç duymadığı için böyle bir yardım almadığını söylüyor.

Bunları TV’de zaten geç bir saatte duyduktan sonra, mutluluktan uyuyamıyorum, sabahlıyorum. Oturup, kaç zamandır duymayı arzu ettiğim, fakat duyamayacağım endişesini yaşadığım bu sözlerden sonra bu yazıyı yazıyorum. Nasıl umut ettim bir bilseniz, Hikmet Uluğbay bu toparlanma sürecinde, bu etiketçilere, etiketlemelere yenik düşmesin, kendini koruyabilsin, kendi başına bu karanlıktan çıkabilsin diye. Yenik düşmedi, kendini korudu, karanlıktan çıkıyor, başı dimdik. Onurlu. Katıldığı TV programında, Cevizoğlu, bunun bir “onur intiharı” olarak topluma yansıtılmasının, bu yönde intiharları teşvik edeceğini düşünerek kaygısını dile getirdiğinde, ki bu kaygı yaşam düşmanı psikiyatrinin sürekli pompaladığı bir kaygıydı, tüm efendiliği ile Hikmet Uluğbay, bu tarz yorumların, yani onura işaret eden yorumların sahiplerine teveccühleri için teşekkür etti ve toplumsal sorumluluğu ile, yapmış olduğu şeyin buna indirgenemeyeceği yönünde bir şeyler söyledi. Aslında bence, bu onura işaret eden yorumları benimsiyordu Hikmet Uluğbay.

Elbette onurlu. Boşuna intiharlar artar korkusunu dayayıp durmayın karşımıza. Yaşamak, bir ağaç gibi dik ve hür, onurlu bir şeydir elbette. Sinek gibi ezildiğimiz veya ezileceğimiz bir dünyada, yaşayan ölü olacağımıza, bu yaşamı sona erdirmek yeğdir. İntihardan, ondan korkarak uzak duramayız. İntiharı yok etmek istiyorsak, yaşamı yüceltebilmeliyiz. Marifet, ilaçla veya polisiye kontrollerle insanları intihar girişiminden uzak tutmakta değil, intihara sebep olacak koşulları ortadan kaldırmaktadır.

Sana teşekkür borçluyuz Hikmet Uluğbay. Önce edimlerinle bu kadar dürüst ve işine, toplumuna saygılı, sorumluluk dolu bir siyasetçi örneği sunduğun için bize, sonra, intihar girişiminle de, kaybettiğimiz değerlerin varlığına dikkatimizi çektiğin ve içine düştüğün karanlıktan gene kendi onurlu mücadelenle çıkmayı başardığın için. Çok veya az, umurumda değil, ama iyi ve güzel yaşa e mi!

 

Üstün Öngel

Sosyal Psikolog

 

Tel: 0543 573 30 31

e-posta: uongel@cu.edu.tr

 

Sayfamızı Paylaşın


Sayfa Yorumları

Yorum Bırakın