Yorum: "Psikologlara, Terapistlere ve Psikiyatristlere Mektup"

2007-10-08 / güncel /   / 0 Yorum /
Üstün Öngel Sieglinde Alexander adlı bir Alman bayanın, sorunlarına çare arama sürecinde yaşadıklarından yola çıkarak yazmış olduğu "Psikologlara, Terapistlere ve Psikiyatristlere Mektup" başlıklı mektup-çağrısını çevirisiyle birlikte siteye yerleştirmiş bulunuyorum (ana sayfada hemen bu yazının altında bulabilirsiniz).

Şimdi bu mektup-çağrı üzerine bazı yorumlarımı paylaşmak istiyorum... aslında metin yoruma gerek duyulmayacak açıklıkta her şeyi ortaya döküyor, her satırı insanı derinden etkiliyor... ama yine de bazı noktaların yeniden vurgulanmasında, yorumlanmasında yarar görüyorum... Ancak lütfen benim yorumlarıma geçmeden önce okumadıysanız Alexander'ın yazısını okuyun...
***
Sondan başlayayım: Alexander, bu meslekleri seçenlere hitaben yazdığı son bölümde çok ama çok önemli bir hatırlatma yapıyor. Bu meslekleri özellikle "kişisel sebeplerle seçenlerin", başkasına yardıma soyunmadan önce kendi travmalarını "hissetmelerini ve iyileştirmelerini" öneriyor. Bu güya sözgelimi psikanaliz uygulayanların (uyguladığını iddia edenlerin) eğitimleri sırasında zaten gerçekleştirmeleri gereken bir şey. Psikanalist olma sürecinde, adayların kendileri de psikanalizden geçiyorlar. Ancak kendisi de psikanalist olma sürecinde böylesi bir psikanalizden geçen Jeffrey Masson'un kitaplarında da gördüğümüz üzere, bu büyük ölçüde kağıt üzerinde kalan bir uygulama, zira "eğitim amaçlı psikanaliz" gerçek bir psikanaliz olmaktan çıkıveriyor bir anda (Jeffrey Masson benim çevirdiğim Son Analiz adlı kitabında bu psikanaliz eğitiminin ne menem bir şey olduğunu tüm ayrıntılarıyla anlatır).
Psikanaliz özelini bırakıp, genelde klinik psikoloji eğitimlerine baktığınızda da durum pek farklı değildir. Kuramlar, modeller, teknikler öğretilir, süpervizyon eşliğinde uygulama yaptırılır ama terapist adayının kendi iç dünyasında neler olup bittiğine tam olarak bakılmaz. Zaten eğitimci pozisyonundaki kişiye baktığınızda da, eğitim, teknikleri öğretmekle eşanlamlıdır; eğitim veren de kendi yabancılaşmasının üstesinden gelememiştir çoğu durumda. Teknikleri öğrenen, sonunda da "ehliyete" kavuşan aday, alana çıkıverir ve kendisiyle ilgili açmazlarla, çözümlenmemiş sorunlarla, kısaca tüm kör noktalarıyla, başkasına yardımcı olmaya soyunur. Edindiği kuramsal ve teknik bilginin, pratikle (yaşamla) nasıl bir dinamik ilişki içinde olduğuna nadiren özen göstererek, kendisine başvuran kişiye ezberle örülmüş teknik düzlemde yardımcı olmaya çalışır. Ayrıca, son yıllarda sadece psikiyatride değil, klinik psikolojide değil, psikolojinin genelinde hakim olmaya başlayan biyo-kimyasal ve genetik bakış, yardım için başvuran kişinin çoğu zaman sonunu da hazırlar.
(Parantez bilgisi/yorumu olsun bu da: Son yıllarda psikoloji bölümlerinde okumak isteyen gençlerin sayısında bir artış olduğunu gözlemliyorum, bunun sayısal dökümü nedir bilmiyorum, ama son yıllarda peş peşe özel üniversitelerde psikoloji bölümlerinin kurulması bile buna bir işaret sanırım; fakat, bu olurken, benim öğrencilik yıllarımda da gözlemlediğim bir durumun daha da öne çıktığını görüyorum; çoğu genç ağırlıklı olarak Alexander'ın işaret ettiği "kişisel sebeplerle" psikoloji bölümlerini tercih ediyor. Diğer bir deyişle, kendi sorunlarının çözümlerini bulma düşüncesiyle bu tercihte bulunuyor. Bu tek başına bir sorun değil aslında, bilakis bu sorunlar, eğer üstesinden gelinebilirse, ilerde mesleği icra edeceği dönemde kendisini daha avantajlı da kılabilir ve dolayısıyla ilk bakışta dezavantaj gibi görünen bu durum bir avantaja dönüştürülebilir; kendi sorunlarıyla, "travmalarıyla", geçmişiyle "yüzleşebilmesi", o genci ilerde başkalarının olumsuz yaşam deneyimlerine daha duyarlı yaklaşabilecek biri haline getirebilir. Fakat maalesef mevcut eğitim ve kültürel iklim/ortam (zeitgeist) bunu sağlamaktan çok ama çok uzak. O gençler, bölüme girerken sahip oldukları sorunlarla birlikte mezun oluyorlar çoğu zaman. Mezuniyetle de artık "ehliyetli" birer uzmana dönüşüyorlar, ki kime nasıl bir hayırları dokunuyor allah bilir... Bunun yanı sıra, özellikle klinik psikolojide eğitimlerine devam edenlerin bu sözünü ettiğim durumu daha sıklıkla yaşıyor olduklarını düşünüyorum... Kendileriyle yüzleşmeme halleri, zaten eğitimde giderek artan oranda gördükleri biyo-kimyasal ve genetik yaklaşıma daha bir sarılmalarına sebep oluyor... Bu, yüzleş(e)memelerini meşrulaştırıyor bir bakıma... Bir de yine sayısal dökümünü bilmem mümkün değil (benim değil kimsenin kolay kolay bilebilmesi mümkün değil), kendisi de ilaç alan, sadece bir dönem değil uzun süreli ilaç kullanan klinik psikolog sayısının da az olmadığını gözlemliyorum... Bu da yine yüzleş(e)memelerini destekleyen ve daha kötüsü kendilerine başvuran kişilere ilacı (psikiyatriyi) önermelerini besleyen bir durum... Tabii psikiyatristler içinde ilaç kullanan oranı psikologlar içinde ilaç kullanan oranından muhtemelen daha yüksektir... "Zararı olsa ben kullanır mıyım, bakın ben de bu ilaçları kullanıyorum" diyen kendine tam yabancılaşmış psikiyatrist o kadar çok ki... Bir de ayrıca şöyle bir bakıyorum, psikiyatrist kimliklerini bir an unutup insan olarak değerlendirdiğimde, oturup iki satır konuşulabilecek birisi yok aralarında... nasıl önyargılarla dolu çoğu... nasıl toplumda çokça karşımıza çıkan kalıplaşmış tutumlara sahipler, nasıl bir bayağılık hakim tavırlarına, düşüncelerine... böyle bir mesleği seçecek en son kişiler bunlar olmalı derim hep kendi kendime...
Uzatayım parantezi: altı yıllık temel tıp eğitimi sonrası psikiyatri uzmanlığını seçenlerin "tercih sebeplerinin" de bir araştırmaya konu olması ne iyi olur aslında... benim görebildiğim, çoğu, "kolay" ve "getirisi yüksek" bir uzmanlık olduğunu düşünerek seçiyor psikiyatriyi... "kolay", zira "internlik" dönemindeki "rotasyonlar" sırasında, psikiyatrik "uygulamanın" ne menem bir şey olduğunu görüyorlar; beş dakikada aklına esen teşhisi koyuver ve basıver ilacı gitsin... başını bile kaldıramayacak hale gelen "hasta" sesini mi çıkarabilecek? Eşimin iki kardeşi de hekim, biri genel cerrah diğeri kadın-doğumcu/onkolog; arada sohbet ederiz ikisiyle de...genel cerrah olan, burada yazmama da izin verdiği çok çarpıcı anektodlar aktardı bana geçenlerde... uzmanlık seçme aşamasında ciddi ciddi psikiyatriyi düşünmüş birisi Oktay -asıl adı başka-, insani duyarlılığını şimdi genel cerrahlığında da kullanıyor zaten... ama sonra vazgeçiyor psikiyatriyi seçmekten, gördükleri, şahit oldukları karşısında ben bu anlayışın içinde yer alamam diyor... psikiyatri rotasyonu sırasında defalarca gereksiz yere elektroşok uyguluyor... sesini çıkaracak olsa başına gelecekleri biliyor, susuyor... bir gün şahit olduğu bir örnek çok çarpıcı: epeyce bir süre klinikte yatmış birisi taburcu olmak üzere... soruyorlar adama, eve nasıl gideceksin diye... o da diyor ki, şu yöndeki otobüse binip gideceğim... bineceğini söylediği yön, gideceği yerin tersi yönde... Oktay diyor ki, ben de zaman zaman ayakta kalmayayım diye, ring yapan güzergahta ters yönde otobüse binerdim, adamın otobüse bineceği güzergah da böyle ring yapan bir güzergah ve adam aynen benim mantıkla ters yönde otobüse binmeyi düşünüyor... fakat uzmanlarımız adamın ters yönde otobüse bineceğini duyunca, adamın açıklamasını filan dinlemeden, tamam sen henüz dengeni bulamamışsın diye taburcu etmiyorlar... Oktay diyor ki, yahu durun ben de bu adam gibi zaman zaman ters yönde otobüse binerim demek istedim ama söylesem bir türlü söylemesem bir türlü... söylesem, ulan sen de kafayı yedin herhalde diye bana yüklenecekler, ya da sen de nereden çıktın diye ezecekler beni... çaresiz sesimi çıkarmadım ve adamı taburcu etmediler... Bir başka sefer şehir dışından gelmiş birisinin başına gelenler ise daha bir acı: kendisi de hekim olan bir adam kısa süreli bir yatıştan sonra taburcu oluyor ve şehrine-evine dönüyor; birkaç ay sonra ise başka bir iş için gelmişken hastaneyi ziyarete geliyor, ama o arada ne oluyorsa, adamı sen daha iyileşmemişsin diye yatırıveriyorlar... yahu durun ben iyiyim, sadece ziyarete geldim filan diyor ama kimseye dinletemiyor... basıyorlar iğneyi... birkaç hafta iradesine hilafen tutuyorlar hastanede... dahası da var bu anektodların, gülünecek şeyler gibi görünüyor insana ama gülemiyorsunuz, çok acı hikayeler çünkü aslında... neyse bizim kayınbirader iyi ki psikiyatriyi seçmemiş... ya hayatı kararacaktı bu duyarlılığı ile ya da zaman içinde o da onlardan birisi olup çıkacaktı... oturup iki satır sohbet edemezdik herhalde böyle bir durumda... şimdi konuşabiliyoruz, yazdıklarımı zaman zaman paylaşıyorum, ki hiçbirine itiraz etmiyor... hatta aynı şehirde olsak, çoğu kez karşısına çıkan "psiko-somatik" durumlarla ilgili yardımına başvururdum da diyor... özellikle "ülser" hastalarının hemen hepsinin "psiko-somatik" durumlar yaşadığına şahit olduğunu ama fazlaca bir yardım sunamadığını söylüyor...
Parantezi açtım kapatamıyorum: psikiyatri, tıp camiası içinde saygı duyulan bir dal değildir aslında. Diğer tıp dallarındaki uzmanların çoğu psikiyatrik uygulamaların, örneğin elektroşokun hiçbir bilimsel temeli olmadığını bilir. Bu durum karşısında psikiyatri grubu rüştünü ispat etmek için "biyo-kimyasal" ve "genetik" iddialara yüklenir de yüklenir. Zira "modern tıp" budur, "bedenle" ilgilidir. "Alternatif tıbbı" da kapsayan "bütüncü yaklaşımı" ve özellikle "koruyucu hekimliği" önemseyen azınlık, maalesef tıp içinde daha uzun süre azınlıkta kalmaya mahkum. Psikiyatri içinde de "biyo-psiko-sosyal" diye lafta mangalda kül bırakmayanlar, iş uygulamaya gelince, biyo'nun ötesine geçmezler, geçemezler. Psikiyatri gibi psikoloji de bu "saygın olamama" sorunundan muzdariptir. Bilimselliği şüphelidir. Psikoloji de psikiyatri gibi, fen bilimleri statüsüne ulaşabilmek için, tekniğe yüklenir, son yıllarda da giderek artan bir şekilde "biyo-kimyaya" ve "genetiğe" daha fazla önem vermeye başlar. Bu yönelimin alanı saygın bir noktaya ulaştıracağına daha da güdükleştireceğini belki bir gün görecekler ama ne zaman...)
Nitekim Alexander, on iki haftalık randevu sırası bekleyişinden sonra, terapistiyle ilk buluşmasında, hemen bir psikiyatriste yönlendirilir ve ilaca başlanır. Üstelik Alexander, bu on iki haftalık bekleme süresini gayet verimli bir şekilde değerlendirmiş ve zihninin derinliklerinde kalmış/üzeri örtülmüş "travmaları" bir bir açığa çıkarmaya başlamışken ve bu başladığı süreci bu ilk kez buluştuğu terapiste iletmişken durum böyledir.
Alexander terapistine "ihtiyaç duyduğu" şeyi çok net bir şekilde iletmiştir. Ama "duvara karşı" konuşmadır bu. Yirmi seans sonra (evet yani, tam yirmi seans sonra!), terapistimiz çaresizlik içinde "sana hangi teori uyar ki?" deyiverir. Ehliyetli terapistimiz, kurama sırtını dayamıştır bir kere, pratikte karşılaştığı durumların "emsalsizliği" (uniqueness) umrunda değildir, ne yapılacak edilecek durum kurama uyacaktır, uymalıdır; kuramla yaşamın (pratiğin) dinamik ilişkisi hakkında bir şey bilmez terapistimiz, öğrenmemiştir, öğretilmemiştir. Kuram/teknik, körün bastonudur nihayetinde.
Ayrıca atlanmaması gereken çok önemli bir şey daha var burada. Alexander'ın metninden anladığım, ilk randevuya gidilen kişi bir psikolog. Ama bu psikolog Alexander'ı hemen bir psikiyatriste yönlendiriyor, muhtemelen "algıladığı" "ciddi durum" karşısında. Yönlendirdiği psikiyatrist ise hemen ilaca başlıyor ve bunun yanı sıra "kognitif terapi" adı altında "terapi" de yapıyor.
Şimdi üzerinde durulması gereken iki konu var burada: Bir, söz konusu psikiyatrist, hangi donanımla "terapistliğe" soyunuyor, iki, neden başka bir "terapi" değil de "kognitif terapi" uyguluyor?
Birinciye bakalım önce: Son zamanlarda Batı'da da bizim ülkemizde de, psikiyatristler ağırlıklı olarak "rant gereği", ilaç vermenin yanı sıra "terapi" uygulamasını da sahipleniyorlar. Dedikleri, biz uzman hekim olarak, hem ilaç veririz, hem de "terapinin" alasını yaparız. Peki, aldıkları eğitim içinde hadi ilaç bilgisi vardır (ki o bilginin de hangi sahte bilim bilgisi olduğunu biraz kafayı çalıştıran herkes görebilir), "terapi" bilgisi, uygulama eğitimi ve deneyimi var mıdır? Psikiyatri kliniklerinde "terapi" veya "grup terapisi" adı altında gerçekleştirilen soytarılıklara "terapi" demesin sakın kimse... Peki, bundan da önemlisi, sağlam bir "terapi" bilgisi ve deneyimi öncesinde edinilmesi gereken psikoloji bilgisi/altyapısı var mıdır? O da yoktur. Daha da önemlisi, bir insana yardımcı olmaya soyunurken sahip olunması/sürekli geliştirilmesi gereken en önemli özellik olan "insani bir yaklaşım" var mıdır? Bu hiç yoktur.
O halde soru şu: Nasıl oluyor da, Türkiye'de (ve dünyada) psikoloji camiası, bir yanda kendi içinde "terapist" olmak için gerekli asgari "formel eğitimler" ve ezberle örülmüş etik kurallar üzerinde önemle dururken, diğer yanda bir psikiyatristin hiçbir koşula bağlı olmadan "terapist" gibi hareket etmesi karşısında gıkını çıkarmıyor? Üstelik, alandaki psikolog sayısı, psikiyatrist sayısına kıyasla çok azken ve yardım başvurusunda bulunan kişiler öncelikle ve çoğunlukla psikiyatriste başvuruyorken, ve dolayısıyla en önemlisi yardım başvurusunda bulunan kişiler (ilaçla müdahalenin zararlarını bir yana bırakalım şimdilik) bu "terapi" adı altında kendilerine sunulan "şey"den sürekli mağdur oluyorken, psikoloji camiası ne yapmaya çalışıyor acaba?
Şimdi de ikinciye bakalım: Neden "kognitif terapi" (ya da "davranışçı-kognitif terapi") de başka bir "terapi" değil? Neden değil, çünkü "kognitif terapi", "uzman"ın hem kendini emniyette hissetmesine, hem iktidar konumunu sürdürmesine, hem "teknik" olarak yaptığını savunmasına, hem de başvuran kişinin geçmişteki "travmalarını" ve "duygusal" birikimlerini-deneyimlerini görmezden gelmesine hizmet eder. Şu an psikiyatri içinde "terapi" yaptığını söyleyenlerin hemen hepsi "davranışçı-kognitif modele" yaslar sırtını ("psikanalistçilik oynayan", ağırlıkla üst gelir grubuna hitap eden küçük bir grup da var ki, o da ayrı bir yazı konusu). İşin kötüsü, aslında temelde birtakım doğrulara da sahip bu modelin "karikatür" örneğidir uyguladıkları. Sözgelimi hiperaktivitede birtakım davranışçı önerilerde de bulunuyorlar ailelere ilacın yanı sıra; böylece sadece ilaç veren psikiyatrist olmaktan çıkmış oluyorlar akılları sıra. Ama önerdikleri şeyler, sorunu azaltacağına arttırıyor, zira maddi ödüllerle ve cezalarla örülmüş bir karikatür davranışçı uygulamadan başka bir şey değil önerilen şey. Çocuğun da en son ihtiyaç duyduğu şey maddi ödül ve ceza...
***
Alexander'ın yaşadıkları ve aktardıkları çok önemli bir konuya da dikkatimizi çekiyor: "Travmalar" ve genel anlamda "olumsuz deneyimler". Bu, psikolojik yardım tarihine baktığımızda hep unutturulmaya, görmezlikten gelinmeye çalışılan bir şey olmuştur. Psikiyatri tarihi bu körlükle yüklüdür, Freud'la başlayan "psikoterapi" tarihi keza öyledir. Freud meslekteki nispeten ilk yıllarında kendi ifadesiyle "Nil'in kaynağını buldum" demiş ve ardından "ne yaptılar sana zavallı çocuk?" ifadesinde kendini gösteren duyarlılıkla "çocukluk çağı travmalarının" (cinsel suistimalin) belirleyici etkisini 1896'daki tarihi konuşmasında vurgulamıştır. Ama sonra, tarihin en büyük çarketmelerinden birini göstererek, çocukluk travmalarının gerçek değil hayal ürünü olduğunu söylemiştir ve sonraki kuramsal yaratısını tamamen bunun üzerinde inşa etmiştir. Sorun çocuğun yaşadığı çevrede (ebeveynde) değil, çocuğun kendisindedir (doğuştan getirdiği dürtülerdedir). Psikiyatri de yüzyıldır bu görüşle yürümüştür. Psikoloji de kenarda seyircilik rolünü üstlenmiş, kimi zaman da fiilen içinde yer almıştır.
Alexander, derdini anlatamadı, zira bunu dinleyecek, kavrayacak, anlayacak, duyarlılıkla eşlik edecek birini bulması neredeyse imkansızdı. Bulamadı da. O, bu anlamda bir istisna değil, kimse bulamıyor böyle birilerini. Alexander'ın istisnalığı, bunu dile getirebilme, yazabilme gücünü ve yetisini kendinde bulabilmesinde. Bu kolay değil, hiç değil. Hem kendi başına bu iç hesaplaşmanın, yüzleşmenin üstesinden geleceksin, hem de bu süreçte karşılaştığın insanlık dışı uygulamaları dile getirebilme gücünü bulacaksın... hiç kolay değil...
Bunun kolay olmadığını, bir boyutuyla ben de yaşıyorum... Alexander yardım arayan tarafında bu zorluğu yaşıyor... ben "uzman" tarafında yaşıyorum... Yaşadığım ikili bir zorluk; bir yanda körleşmiş uzman gruplarına (hem psikiyatri hem psikoloji uzmanlarına), bireyin içinde yaşadığı (varolamadığı) ortamın ne denli önemli olduğunu anlatamıyorum, diğer yanda çocuklarında oluşan sorunları çözmeye çalışan ebeveynlere olsun, kendilerinde ortaya çıkan sorunları çözmeye çalışan kabaca 25 yaş üzeri yetişkinlere olsun, "deneyimin", "mikro-çevre etkisinin", "etkileşimin", "olumsuz yaşam koşullarının" ne denli önemli olduğunu anlatmakta zorlanıyorum. Yardım arayan kişilere bir şekilde ne yapıp edip bunu anlatabiliyorum çoğu zaman, ama uzman gruplarına bunu anlatabilmem çok daha zor oluyor. Aldıkları eğitim, insana bakışları, sorunların sebepleriyle ilgili sahip oldukları "biyo-kimyasal" ve "genetik" temelde yanlış inançlar, ama hepsinden önemlisi Alexander'ın da işaret ettiği gibi kendi deneyimleriyle "yüzleş(e)memeleri", körlüklerini dirençli kılıyor.
Ama yine de umut ediyorum ki, zaman içinde bu direnç kırılacaktır. Alexander gibi kişilerin sayısının artması çok önemli (onun gibi mağdur olanların sayılarının artması değil, yanlış anlaşılmasın, kastettiğim bunu dile getirebilenlerin sayısının artması...). Türkiye'de değilse de, Batı'da giderek artan sayıda sivil oluşum var, bilhassa psikiyatrik müdahalenin yanlışlığına karşı mücadele veren. Zaman içinde bu daha da artacak diye düşünüyorum. Günümüz iletişim olanakları da, bu bilincin daha kısa sürede oluşmasını sağlayacak önemli bir etken. Bu bilinç, uzman grupları içinden değil de, daha ziyade "dışarıdan" oluşacak diye bir öngörüde de bulunuyorum. Uzman grupları içinde de, psikologların hele ki psikiyatristlerin değil de, "sosyal hizmet uzmanlarının", "çocuk gelişimi uzmanlarının/pedagogların", daha erken uyanacaklarını düşünüyorum.
sağlıcakla kalın,
Üstün Öngel, psikolog
Çukurova Üniv. Eğitim Fakültesi, Balcalı, Adana, 01330
tel: 0322. 459 72 62 (dernek merkezi); 457 74 50 (ev); 0543 573 30 31

Sayfamızı Paylaşın


Sayfa Yorumları

Yorum Bırakın