...
Orhan Öztürk'ten Mehmet Sungur'a, Vedat Şar’dan Cemal Dindar’a,
PSİKİYATRİNİN DÜRÜSTLÜKLE İMTİHANl
İki psikiyatrist, ikisi de akademisyen ve benim mezun olduğum liseden, Tarsus Amerikan Lisesi’nden. M. Orhan Öztürk, 1926 doğumlu, bildiğim kadarıyla yaşamını sürdürüyor. Sonraki nesilden Mehmet Z. Sungur ise 1957 doğumlu ve mesleki hayatı aktif olarak devam ediyor.
İkisine de yakından bakmamın, aynı okuldan mezun olmamızla ilişkisi var biraz, zira Sungur’un uluslararası bir “terapi” birliğine başkan seçilmiş olduğu bilgisinin mezun olduğum okulun iletişim ağına düşmesiyle, Sungur’un yaklaşımına yakından baksam fena olmaz dedim; yoksa aynı liseden mezunuz ama tanışmıyoruz bile.
Sonra yazmaya koyulunca da, Orhan Öztürk aklıma geldi birden, zira o da benim liseden mezundu ve diğer psikiyatristlerden ayrılıyordu birçok açıdan. O halde dedim, ikisini bir yazıda ele alayım. Neticede, bu iki psikiyatristin neler yaptığını incelemem, aynı liseden mezun olmamızdan daha çok ikisinin de psikiyatri dünyasında farklı bir yeri olmasından kaynaklanıyor.
Vedat Şar ve Cemal Dindar ise, benim liseden mezun değiller. Öztürk ve Sungur’la, benim liseden mezun olmalarına karşın tanışıklığım yok, oysa Şar ve Dindar’la hem tanışıklığım, hem bir iki TV programında bir arada olmuşluğum var.
Cemal Dindar, bu dört psikiyatrist içinde doğrudan psikiyatri eleştirisi yapan tek kişi. O nedenle daha değerli, benim daha yakınlık kurabileceğim birisi.
***
Malumunuz, psikiyatri disiplini temelden eleştirdiğim bir disiplin. Hatta bir disiplin bile olmadığını söyleyecek derecede saygı duymadığım bir alan. Bu alanda faaliyet gösterenlerin neredeyse hepsi de sanki seçilmiş gibi seviyesiz, dürüstlükten hiç nasibini almamış, ahlâksız, kendi temel kitaplarında yer alan ana prensiplere bile uymayan, suiistimale çok yatkın kişiler (örneğin yedi yıl önce katıldığım bir TV tartışma programında iki psikiyatristin tavrına bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=2vpOcWNc0mY ).
Bu kadar çok sayıda çirkin tavırlı kişinin bu alanda karşımıza çıkıyor oluşu ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Gelmesin. Bu durumun, o insanların kişilikleriyle alakası yok. Psikiyatri temelden çürük ve o alana girip de temiz bir kişilikte olabilmek, bunu koruyabilmek imkansıza yakın. Bu yazıda ele aldığım sağlam kişilikli ve iyi/farklı donanıma sahip olan çok az sayıdaki psikiyatristi ayırın, karşınızda felaket bir insan topluluğu olduğunu göreceksiniz. Çünkü tıbbi olmayan konuları tıp doktoru olarak çözmeye kalkışmak saçmalıktan başka bir şey değil. Bir kişiliğin bu saçmalığın içinde yer alıp da akla mantığa ve ahlaka uygun bir çizgide kalabilmesi, suiistimalden kendini uzak tutabilmesi neredeyse imkansız.
Bir keresinde bu suiistimallerin yaygınlığı ve bilhassa çocuklara olmadık ilaçları vererek ahlakın sınırlarını zorlayan psikiyatrist tavırlarıyla ilgili bana yazan bir sade vatandaş, “bunların hipokrat yeminine ne oldu” diye sorduğunda, ağzımdan şunlar dökülüvermişti:
“Psikiyatri tıbbın yüz karasıdır. Ele aldığı meseleler, yani yaşamın içinde oluşan psiko-sosyal sorunlar, tıbbi bakışla çözüme kavuşturulabilir şeyler değil. Dolayısıyla yaptıkları ‘doktorculuk oynamak’. Doktorculuğun da yemini filan olmaz.”
Yine de çok az sayıda da olsa saygı duyduklarım var. Birazdan ele alacağım Öztürk ve Sungur’un yanı sıra, Vedat Şar ve Cemal Dindar var. Başka da yok.
Vedat Şar’la ve Cemal Dindar’la tanışmam 26 Eylül 1999’da Radikal İKİ’de yayımlanan “Bir İnsanlık Düşmanı: Psikiyatri” başlıklı makalem vesilesiyle oldu (http://www.ustunongel.com/pg_112_bir-insanlik-dusmani-psiki… ).
Yazı yayımlandıktan bir hafta sonra bir mektup aldım. E-posta filan değil, eski usul bir mektup. Yazan kişi Vedat Şar’ın yakın çevresinden biriydi (ismi bende saklı). Bu 27 Eylül 1999 tarihli mektupta, yani benim yazı yayımlandıktan bir gün sonra yollanmış mektupta, yazı için teşekkür ediliyor ve şöyle deniyordu:
“Yazınızı sakladık. Hatta fotokopi ettirdik, saklıyoruz. Vedat Şar fakültedeki genç arkadaşlarına okutmuş: Bazıları anlamış, bazı salaklar da kendilerini bu kadar iyi tanımlamanıza kızmışlar: Size tekzip yazacaklarmış... Çok traji komik bir şey.”
Sonra da şu vardı mektupta:
“Maalesef; sizin görüşleriniz, açık ve görülmemiş bir güzel üslup içinde belirttiğiniz hususlar, sözde var olan Psikiyatri derneğinin etik kurulu içine giren hususlar. Bu cevapların orada verilmesi gerekiyordu. Ancak etik kuruldakiler de (tam kimler olduklarını bilmemekle beraber) bunlar ve benzeri istismarcı kişiler. Aynı kişiler etik kuruldalar. Her yerdeler.”
Ardından yaklaşık bir yıl sonra, Mayıs 2000’de nasıl olduysa çağrıldığım Ceviz Kabuğu programında, benim bağlanmasını rica etmem üzere Vedat Şar telefonla katıldı programa. O program neredeyse sabaha kadar süren bir programdı ve sabaha karşı son bağlantı Vedat Şar’la yapıldı.
İlk cümlesi şuydu Şar’ın: “Üstün bey, sayenizde pandoranın kutusu açıldı!” Sonrasında da, çocuk taciz ve tecavüzlerini konuştuğumuz o programda neleri savunmuşsam, hepsini doğruladı Vedat Şar. Daha sonra yolumuz kesişmedi Vedat Şar’la.
Vedat Şar, psikiyatriyi benim gibi eleştiren birisi değil. Batıda sayıları az da olsa örnekleri olan, psikiyatrist olup psikiyatriyi eleştirenlerden biri de değil. Thomas Szasz değil örneğin, Peter Breggin değil, Loren Mosher değil. Ama dürüst. Yaptığı işin sınırlarını biliyor, ama hekimliğine, medikal psikiyatriye de uzak düşmüyor maalesef. Fakat, daha çok ilgileniyor olduğu, akademik çalışmalarının da yoğunluk kazandığı, taciz-tecavüz “vakalarında”, travmaya bağlı psikolojik zorlanmalarda, ilaca yer olmadığını vurguluyor, bunu net bir şekilde savunuyor ve mesleki pratiğinde de bunu uyguluyor. Sadece bu tavrıyla bile saygı görmeyi hak ediyor bence.
***
Cemal Dindar ise, yine 1999’daki “Bir İnsanlık Düşmanı: Psikiyatri” başlıklı yazımın ardından tanıdığım bir psikiyatrist. Radikal İKİ’deki benim o yazının ardından, bir Türkçe öğretmeni ve depremzede Vahide Bilgi’nin “Hadi Don Kişot Sokağa Gel!” başlıklı yazısı 10 Ekim 1999’da yayımlanmıştı. Hayatımda en mutlu olduğum anlardan biriydi bu. Bir sade vatandaşın yazdıklarımı alıp daha kuvvetli bir yere taşıması, beklediğimin çok üzerinde bir sonuçtu. Şöyle diyordu Vahide Bilgi: “Çekinmeden saldırıyor, hem de çakıyla. Çağdaş bir donkişot. Derin bir nefes alıyorum. Nihayet biri, kralın çıplak olduğunu söyledi. Şunca zaman sustuğum için kendimden utanıyorum.”
Bir sonraki hafta 17 Ekim 1999’da bu kez psikiyatrist Cemal Dindar’ın “Yanıt verebilir miyim sevgili öğretmenim?” başlıklı yazısı yayımlanıyordu Radikal İKİ’de, editör Tuğrul Eryılmaz’ın şu notu eşliğinde: “Psikiyatristlerimizden gelen çok sayıda yazıdan birini yayınlıyoruz.”
Her ne kadar Cemal Dindar yazısını Vahide Bilgi’ye cevaben yazmış gibi görünüyorduysa da, aslında bana cevap veriyordu. Ne benim ismimi anıyor, ne de doğrudan benim yazıdan söz ediyordu. Yazısına “Dünyaya bir daha gelsem yine psikiyatrist olmak isterdim” cümlesiyle başlıyor ve editör Eryılmaz’ın çok isabetli bir şekilde başlığın hemen altına yerleştirdiği üzere yazısında şunu vurguluyordu: “Televizyon ve gazetelerde boy gösteren psikiyatrist tipine bakıp psikiyatriye inancınızı kaybetmeyin. Başka bir psikiyatri de var.” Sonra da bu kötü psikiyatristlere bakıp psikiyatriyi yerin dibine batırmayın, güzel şeyler yapan iyi psikiyatristler var, biz varız, anlamına gelen ifadelerle yazısını örüyordu.
Aslında bana cevap veren ama bunu Vahide Bilgi’ye cevabının arkasına saklayan tavrıyla kızılacak, ahlaken malul bir şey yapmıştı Cemal Dindar. Belli ki psikiyatrist olarak benim yazdıklarımdan rahatsız olmuşsun, yeniden doğsam yine psikiyatrist olurdum diyecek kadar mesleğine sadıksın ve savunuyorsun, o halde neden bana cevap vermekten kaçıyorsun ki?
Ama beş yıl sonra Şubat 2004’te Bilim ve Ütopya dergisinde yayımlanan “Psikiyatrinin ‘ruh hali’” başlıklı yazısında, çok önemli bir dönüşümün ve bilinçlenmenin de işaretini veriyordu Dindar:
“Özellikle yakın tarihimizde televizyonlarda, gazetelerde birer yaşam filozofu olarak dolaşan psikiyatristlerin her iki alanda da, hem hastanelerde, hem toplumda işlevlerinin benzerliğini görmek gereklidir. Genelde karşı çıkış noktalarından biri, sözü edilen psikiyatrist tipolojisinin tüm psikiyatristleri ifade etmediği, dolayısıyla meslekten birer sapma olarak görülebilecekleridir. Uzun dönem katıldığım bu görüşün yanlışlığını şimdilerde daha iyi görüyorum. Bu tipolojinin kişilik kazandığı kişilerin EN İYİ psikiyatristler olduğunu, sorunu ahlaki, ya da kişilik sorunları gibi tartışmanın ise yukarıdaki 'sapma'dan daha kör bir sapma olduğunu söyleyebilirim.”
Müthiş. Olağanüstü bir yüzleşme, güçlü bir bilinçlenme. Ne diyordu 1999’da, “başka bir psikiyatri var, genelleme yapmayın, haksızlık olur”. Birkaç yıl sonra ne diyor: “bu görüşün yanlışlığını şimdilerde daha iyi görüyorum.”
Dindar’ın bu bilinçlenmesi ile vardığı sonuç, benim yukarıda yaptığım vurguyu da doğruluyor. Kişiliklerin, psikiyatrinin bu sersem dünyasında temiz ve aklı başında kalması mümkün değil.
Biz hiç doğrudan yazışmadık Cemal Dindar’la. Fakat dört yıl önce bir TV programında, bir araya geldik. Program öncesi olsun, sonrası olsun, gayet samimi bir iletişim kurduğumuzu hatırlıyorum. Programda da, makul bir düzlemde konuları ele aldık, tartıştık (https://bit.tube/play… ).
Cemal Dindar, Türkiye’de psikiyatri içinden psikiyatriyi eleştiren tek kişi. Ama o da, Vedat Şar’la ilgili satırlarda değindiğim Thomas Szasz vb. psikiyatristler grubunda yer almıyor. Szasz’ın ‘60’larda başını çektiği daha çok Amerika’da örneklerini gördüğümüz psikiyatri karşıtı (anti-psikiyatrik) bir duruşa sahip psikiyatristler gibi değil de, daha çok Britanya’da örneklerini gördüğümüz eleştirel psikiyatri (critical psychiatry) yaklaşımına sahip psikiyatristler gibi. Eleştirel psikiyatri yaklaşımı, psikiyatriyi temelden eleştirmezken, birçok önemli psikiyatrik hatayı ele alıyor ve fakat neticede “revizyonist” bir tavrın ötesine de geçemiyor. Psikiyatrinin, iyi icra edildiğinde, faydalı bir disiplin olduğuna inancını koruyor.
Cemal Dindar’ın, bir dönem psikiyatri kongrelerinde de bu eleştirel çalışmalarını sunduğunu biliyorum. Psikiyatri dünyası içinde, psikiyatriden vazgeçmeden, benim “evcilleştirilmiş eleştiri” dediğim türden bir tavır içinde olan, benim en ahlaksız grup olarak gördüğüm bir grup psikiyatrist de mevcut, Kemal Sayar, Cem Mumcu gibi. Genel olarak ayrıca psikiyatri camiası içinde, “biz kendimizi eleştirmekten de çekinmeyiz” lafı dolaşır durur. Bir dönemin Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın “bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz,” ifadesiyle yerini bulan bir tavır bu. Hiçbir şey değişmeyecek, eleştiriyor gibi yapacak, ve yoluna devam edecek. İşte psikiyatri topluluğu, bir dönem Dindar’ı bu anlamda kullandı. Sonra da, son on beş yılda azgınlaştıkça azgınlaştı.
***
Hem Vedat Şar’ı hem Cemal Dindar’ı tanımama vesile olduğunu söylediğim “Bir İnsanlık Düşmanı: Psikiyatri” başlıklı yazıyla ilgili, içinde bu kez yine benim liseden mezun bir psikoloğun yer aldığı şöyle bir hikaye de var:
O yazı bekleneceği üzere psikiyatristlerin tepkisini çekmişti. Radikal İKİ'ye çok sayıda cevap yazısı yollandığını yukarıda belirtmiştim, bunlardan sadece birini, Cemal Dindar'ınkini yayımladıklarını da.
Benim o yazı, fakat, ilginç bir şekilde psikiyatristlerden daha da çok psikologların tepkisini çekmişti. Yazıda "klinik psikologları" da eleştirmiştim, ama sadece iki cümlede. Psikologların tepkisi, sonradan daha iyi anlamlandırdığım üzere, kendilerini eleştirmemden ziyade, yerleşik düzende psikiyatrist-psikolog ticari birlikteliğinin bozulmasına yönelik endişeden kaynaklanıyordu; psikologlar bu piyasada yeni yeni nemalanmaya başlamışken bunu kaybetmek istemiyorlardı. Psikiyatristlerle işbirliği içinde al gülüm ver gülüm kazançlarını arttırmaya başlamışken, bir psikoloğun psikiyatriyi bu şekilde eleştirmesi hoşlarına gitmemişti.
Neyse, işte sonradan anlıyorum ki, benim liseden mezun, benden yaşça büyük Azmi Varan da, bana diş bileyen psikologlardan biriymiş. Azmi Varan baştan beri akademik hayatını psikiyatri bölümlerinde geçirmiş biri. Psikolojide, psikiyatrik bakış azımsanmayacak kadar yaygındır zaten, piyasa psikologlarında da akademisyen grubunda da psikiyatrik bakışın hakimiyetini görebilirsiniz. Azmi Varan, üstelik psikiyatri bölümünde çalışınca, bu bakışı galiba daha da sahiplenmiş birisi.
Ben 2000 yılından sonra psikoloji kongrelerine gitmez olmuştum, ama nasıl olduysa, öğrenci kongreleri başlamıştı o yıllarda, beni çağırdı gençler. Önce 2004'te Bursa'ya çağırdılar, sonra da 2006'da Leflkoşa'ya. Bursa'da, öğrenciler çağırdığı için mutlu oldum ve güzel bir ortamda gençlere sunum yaptım. Fakat kongre merkezinde bir tuhaflık hissettim, çağrılı hocalar benden kaçıyordu. Yakın bir arkadaşım Uludağ Psikoloji Bölümü'nde çalışıyordu, zaten öğrencilere beni öneren de o olmuştu, ona sordum, önce cevap vermek istemedi, sonra ben ısrar edince anlattı: Başını Azmi Varan'ın çektiği bir grup akademisyen, kongreyi organize eden öğrencilere kızmış, beni davet ettikleri için. Gençler aldırmamışlar gerçi, sunumumu yapmama engel oluşmadı neticede. Ama herkes huzursuz olmuş tabii...
Tabii, burada Türkiye adına üzücü olan, akademik bir ortamda farklı bir görüşü susturmak, yok saymak istemeleri. Yıllar sonra Hacettepe Psikoloji'den mezun bir genç benimle tanışmaya geldiğinde şunları anlatmıştı: "Hocam gelişim psikolojisi dersinde, konu 'hiperaktivite'ye geldiğinde, dersin hocası sizden söz etti, ama okumamızı önereceğine, uzak durmamızı söyledi, uyardı bizi". Türkiye'de üniversitemin hali bu işte, "arkadaşlar, hadi bu görüşü de okuyalım, bakalım neler var içinde, eleştireceksek okuyup eleştirelim" diyeceğine, "aman okumayın, tehlikeli bir görüş bu, uzak durun" diyorlar.
Bu konuya girmişken devam edeyim, Orhan Öztürk’e de buradan geçiş yapayım: Nisan 1999'da Çukurova Üniversitesi'nde düzenlenen Çocuk Psikiyatrisi Kongresi'ne beni davet etmişlerdi. Evet yanlış duymadınız, bir psikiyatri kongresine konuşmacı olarak çağrılmıştım! Ayşe Avcı, Balcalı'da Çocuk Psikiyatrisi Bölümü başkanıydı. O zamanlar Bilim ve Ütopya dergisinde yazılarım çıkıyordu, "Yetkisiz Psikoloji" diye bir yazı yazmıştım. Bunların ilgisini çekmiş, yazıda psikiyatriyi bayağı eleştirmiştim aslında, ama aralarında konuşmuşlar filan. Baktım Ayşe Avcı ciddi ciddi beni davet ediyor. Tamam dedim, ama isterseniz konuşma metnini önceden vereyim size, sorun çıkmasın sonra. Yok, dedi, sorun çıkmaz, renk katarsın.
"Terapisiz Yardım" idi konuşmamın başlığı. Bir saatim vardı konuşma süresi olarak. Yarım saat sonunda ortalık karıştı, ayaklandılar, kürsüyü işgal ettiler, mikrofonu elimden almaya kalkıştılar. Salonda epeyi öğrenci, bizim fakülteden hoca filan da vardı, alkış kıyamet, protestolar, ıslıklar, ortalık nasıl birbirine girdi anlatamam. Eğlenceliydi de belki, bilemiyorum. Renk katarsın demişti beni davet eden Ayşe Avcı, ama bu kadar “renkli” geçeceğini de herhalde tahmin etmemişti. Bırakmadım mikrofonu. Bir saatimi tamamladım. Sonra başka bir şey oldu; yüz elli kişiyle bina dışında çimlerin üzerinde iki saat daha söyleşi düzeninde devam ettik.
Konuşmada ne mi anlatmıştım? Psikiyatrik müdahalenin, bilhassa çocuklara verdiği zarara değinmiştim. Freud'dan başlayarak insanın gerçek yaşam sorunlarının nasıl görmezden gelindiğini anlatmış, sahte hastalıklara işe yaramayan ilaçların verildiğini vurgulamıştım.
Bu noktada Orhan Öztürk'ün kitabından beş altı alıntıyı da paylaşmıştım. Sonradan öğreniyorum ki, Orhan Öztürk'ün ve kendisi gibi psikiyatrist olan eşi Mualla Öztürk'ün öğrencisi olmuş Füsun Çuhadaroğlu isimli tuhaf kişilik, Orhan Öztürk'ten alıntı yapmama dayanamamış. Kürsüye çıkıp, panik içinde "dinlemeyin bu adamı, söyledikleri doğru değil" diye çığlık atması da bu yüzdenmiş.
Peki Orhan Öztürk'ten yaptığım alıntılar nelerdi? Hepsi birbirine benzer itiraflardı aslında. Her bölümde, tedaviler kısmında, kullanılan ilaçlarla ilgili, söz gelimi antidepresanlar için, şuna benzer bir ifade yer alıyordu: "bu ilaçların etki mekanizması bilinmemektedir," diyordu Öztürk.
Eh ben de konuşmamda, en saygı duydukları kişinin, hocaları Orhan Öztürk'ün cümleleriyle onları yerin dibine batırıyordum: etki mekanizmasını bilmiyorsanız, bu ilaçları savunamazsınız, yaptığınız şeyin tıpla alakalı olduğunu iddia edemezsiniz, biyolojik, biyokimyasal iddialarınız safsatadan başka bir şey değil, diyordum.
Çarpıcı bir örneği ayrıca vurgulamıştım. Öztürk şöyle diyordu:
"Kekemeliğin ilaçla tedavisi yoktur. Ağır ve inatçı durumlarda haloperidol denenmişse de yararı görülmemiştir." (sayfa 389, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, 1989, ikinci basım)
O zamanlar bir aile dört yaşında kekeme çocuğunu getirmişti bana. Psikiyatristlere götürülmüştü ve norodol (haloperidol) vermişti psikiyatristler (bu ilacı verenlerden biri de beni davet eden Ayşe Avcı'ydı).
Psikiyatri kitabında vermeyin diyor, işe yaramaz diyor, adamlar/kadınlar patır patır vermeye devam ediyorlar. Dedim, en azından kendi hocanızı dinleseniz... Psikiyatri çürük bir disiplin olmaya çürük, ama en azından kendi kitaplarınızda yer alan ilkelere uygun hareket etseniz... Hani diyorsunuz ya, önce zarar vermeyeceksin, şu asgari prensiplere uyun da hiç olmazsa daha az zarar veriyor olun...
İşte Orhan Öztürk'ün bendeki değeri böyle oluştu. Altmış yaşından sonra yazmış bu kitabı; kapsamı yerinde bir kitap. Benim yanlış bulduğum, psikiyatriye özgü sayısız şey var; ama en azından bazı önemli konularda dürüst bir kitap. Dengesi de yerinde, o koşullarda ve psikiyatri içinde olabildiği kadarıyla tabii...
Bir de Orhan Öztürk'ü diğerlerinden ayıran şu var: son 30 yıldır sürekli duyarım, Mehmet Sungur'un da dilinde var, "biyo-psiko-sosyal" yaklaşım. Kahir ekseriyette "biyo"nun ötesine geçmezler, geçemezler, ama söyleyip dururlar. İşte Orhan Öztürk, belli ölçüde bunun içini doldurmaya çalışmış birisi. Kitabında ayrı bir bölümde ele aldığı Erik Erikson bir psikolog (psikolog diyorum ama çok ilginçtir, üniversite lisans eğitimi yoktur Erikson'un, buna rağmen Harvard'da, Yale'de gelişim psikolojisinde dersler vermiştir; dönemin en önemli gelişim psikologlarındandır). Öztürk dört yıl Amerika'da Erikson'la birlikte çalışmış üstelik.
Öztürk kitabında "psiko-sosyal" faktörlere daha çok bakabilir miydi, evet, elbette bakabilirdi. Üstelik altmışlı yıllar, yetmişli yıllar, psikiyatrinin, biyolojik psikiyatrinin çöküş yıllarıdır, bu yılları yaşamış birisi olarak psiko-sosyal olgulara daha yakın durabilir, daha insani ve etkili yardımın nasıl sunulabileceğine daha fazla kafa yorabilirdi.
Örneğin, "şizofreni" bölümünde diğer psikiyatri kitaplarında sözü pek edilmeyen, antropolog Gregory Bateson'ın "double bind" (ikili kıskaç veya ikili çıkmaz) açıklamasına, ayrıca Teodore Lids’in “şizofren yapan aileler” yaklaşımına yer vermiş, ama ardından kısa keserek bu açıklamaların yetersiz olduğu hükmüne varıvermiştir. Oysa bugün hala "double bind" açıklaması çürütülmüş değildir. İlaveten, o yıllarda mutlaka haberi olmuştur, Soteria Projesi adlı çok başarılı bir psiko-sosyal uygulamadan hiç söz etmemekte. Eğer savunduğu biyopsikososyal yaklaşımın psiko-sosyal kısmına biraz daha odaklanmış olsa, bu bilgileri ve gelişmeleri daha iyi değerlendirebilirdi.
Bunları yapmadı, yapamadı Orhan Öztürk.
Ama onu hiç tanımadan, mesleki uygulamasında neler yapmış olduğunun ayrıntılarını bilmeden, sadece 1988'de yazdığı kitabına bakarak söyleyebilirim ki, "dürüst" bir bilim insanı.
***
Mehmet Z. Sungur'a bakalım şimdi de. O da benim çok önemsediğim bir konuda dürüst: “ilaçların etki mekanizması bilinmiyor.” CNN'de katıldığı programda birkaç kez bunu dile getirdi. Ayrıca, söz gelimi depresyonda öne sürülen serotonin hipotezinin doğrulanmadığını, bu tür biyolojik iddiaların kanıtlanmış gibi savunulmasının yanlış olduğunu ifade etti.
İki kez Adana'da sunumunu dinlemişliğim var, birkaç kez de CNN'de katıldığı programları seyretmişliğim. Sunum tarzı da TV programında konuşma tarzı da yorucu. Hızlı, nefes payı bırakmayan, dolayısıyla bazı vurguların etkili olmasına fırsat vermeyen bir tarz bu. Kimi zaman mekanik hatta. Yüz ifadesinde duyguya neredeyse hiç yer yok. Bakışlarında sıcaklık eksik. Bu hali, kimi zaman Cemal Dindar’ın “yaşam filozofu gibi” diyerek eleştirdiği tavra da yaklaştığı anlarda, örneğin “sevgi” üzerine konuştuğu anlarda, çok ciddi bir çelişki de yaratıyor. Soğuklukla sevgi ifadesi oksimoron bir duruma yol açıyor (oksimoron: aslında yan yan gelmez iki sözcüğün, kavramın yan yana gelmesi; örneğin “hayırlı musibet” böyle bir ifade).
Konusuna hakim ama. O da Orhan Öztürk gibi, hatta Orhan Öztürk'ten çok daha fazla psikolojiye yönelmiş durumda. Şu an yapıyor olduğu "işin" psikiyatristlikle alakası yok aslında. Yine TV programında dile getirdi, ben ilaç vermiyorum dedi. Şu cümlesi örneğin müthişti: "kişi iyileşmesini neye bağlarsa öyle devam ediyor, eğer ilaç da verirseniz, ilaca bağlıyor, ilaç vermezseniz ve sadece terapiyle ilerlerseniz, kendine daha güveniyor ve iradesini öne çıkarıyor" (kelimesi kelimesine değil tabii, aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum). Bu, daha sonra bilişsel terapinin kurucusu Beck’le ilgili birkaç yazıyı okurken Beck’in bir görüşü olarak karşıma çıktı. Yani Sungur, bilişsel terapinin kurucusunun yaklaşımını aynen kopyalıyor ve devam ettiriyor (yaklaşımı kopyalarken, o yaklaşıma kattığı ne var, geliştirdiği neler var, bilemiyorum).
Benim tam da psikiyatri karşıtı söylemimin en önemli parçasıdır bu: ilacın verdiği zarar ve bir faydasının olmadığı aşikar, ama bunlardan daha önemlisi, kişinin kendi iradesine/gücüne yaslanmasının önünü kapatıyor oluşudur. Tabii, ilaçtan önce, “hastalık” kavramıdır buna yol açan, yani kişinin yaşadığı “şeyi” dışsallaştıran, kendi yaşamıyla ilgili değil de, diğer hastalıklar gibi fizyolojik/biyokimyasal bir “şey” gibi algılamasına yol açan birinci faktör. Yaşadığınız şeye uzaklaştığınızda, çözümünü de gerçek anlamda kendiniz üstlenmiyorsunuz, üstlenemiyorsunuz.
Tabii Sungur, artık tamamen psikolog gibi çalışıyor olmasına karşın, psikiyatrist kimliğinden vazgeçiyor da değil, psikiyatrinin temelindeki yanlışı da, uygulamadaki sayısız suiistimali de konu ediyor değil. Neticede psikiyatrist kimliğiniz, hekim olmanız, toplumsal arenada ve “piyasada” size avantaj sağlayan şeyler, niye vazgeçesiniz ki?
Psikolog gibi çalışıyor dedim, bu nasıl bir donanımla oluyor diye sorabilirsiniz. Psikiyatri eğitimi çok zayıf bir eğitim, içinde psikoloji bilgisi çok az ve olanın da herhangi bir derinliği yok. Orhan Öztürk de, Mehmet Sungur da kendi çabalarıyla o psikoloji formasyonuna, bilgisine ulaşıyorlar. Öztürk bir psikolog olan Erik Erikson'dan faydalanıyor, dört yıl birlikte çalışıyor. Sungur ise bilişsel psikoloji (cognitive) ve bilişsel-davranışsal terapi alanına yöneliyor.
Aaron Beck adlı bir psikiyatristin, psikanalizin işe yaramadığını görerek geliştirdiği bir yaklaşım bu. Beck, ilk çalışmasını bir psikoloji doktora öğrencisi Marvin Hurvich ile birlikte yapıyor ve psikanalitik kuramın depresyonun içe yönelmiş saldırganlık olduğu yönündeki varsayımının doğru olmadığını buluyor. Konuyu merak edenlerin Aaron Beck'in psikolog kızı Judith Beck ile yaptığı harika söyleşiyi izlemelerini hararetle öneririm: A Conversation with Aaron T. Beck (https://www.youtube.com/watch?v=POYXzA-gS4U). İki saati aşan söyleşiyi umarım sonuna kadar izlersiniz, ama bu bahsettiğim konu itibariyle en azından sekizinci dakikadan itibaren yedi dakikalık kısmı seyretmenizi bilhassa öneririm.
Beck söyleşisi bir bilim insanının bilgiye ulaşma sürecini, yaratıcılığını pek güzel örnekliyor. Ayrıca, içinde yer alınan paradigmanın nasıl sınırlayıcı olabileceğini de örnekliyor (her sosyal bilim öğrencisinin mutlaka okuması gereken bir kitap var: Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Thomas Kuhn). Şöyle: Beck, depresyondaki kişilerin rüyalarına bakıyor ve psikanalizin varsaydığı içe yönelmiş saldırganlığı bulamıyor, onun yerine kişinin terk edilmişliğini, engellenmişliğini buluyor. İşler hep ters gidiyor yani o kişi için. İşte bu noktada, Beck psikiyatrinin sadece bireye bakan, bireyin zihnine bakan paradigmasına yeniliyor: "biliş" (cognition) üzerine bir şeyler okuyor olduğu bir dönemde olduğunu da ifade ediyor bu arada ve kişinin bu "işler hep ters gidiyor" düşünce ve duygusunun bir zihinsel şema ile ilişkili olduğu sonucuna varıyor ve bilişsel terapinin de temeli atılmaya başlıyor. O zihinsel şemayı değiştirebilirsek, o kişiyi iyileştirebiliriz diyor sonra da.
Oysa o söyleşinin ilerleyen bölümlerinde, depresyondaki kişilerin hayatlarına bakıldığında, hakikaten bir sürü şeyin ters gitmiş olduğunu söylüyor. Bunu hatta ikinci dünya savaşı sonrası toplumsal olarak yaşanan zorluklarla da ilişkilendiriyor. Ama o gerçek yaşam zorluklarını, gerçek yaşam sorunlarını, gerçek yaşam travmalarını ele almak ve bunlarla bireyin nasıl yüzleşip güçlenerek o halden çıkabileceğine odaklanmak yerine, yani bireyin etkileşimsel dünyasında olan biteni ele almak yerine, sadece bireyin zihinsel şemalarına odaklanarak, dolayısıyla bireyi büyük ölçüde çevresinden izole bir varlık olarak ele almayı tercih ediyor.
Şimdi Mehmet Sungur'un da içinde yer aldığı (içinde yer aldığı ne demek, Uluslararası Bilişsel Psikoterapi Birliği'nin başkanı seçilecek kadar alanı temsil eden, sahiplenen) bilişsel terapi bu son paragrafta vurguladığım noktada nasıl yetersiz kalıyor, onu değerlendirmeye çalışayım. TV programında bir yerde Sungur, sanırım travma hakkında konuşurken, aslında bireyin o acısını yaşamasına izin vermek, onu anlamak da gerekir gibi bir şeyler söylemişti. Hah dedim, işte bu.
Örneğin yakın birini kaybettiniz. Yas tutmayacak mısınız? Abartarak bu örnek üzerinden ele alırsak, bilişsel terapi yaklaşımında, algımızı değiştirirsek bu ağır yas durumundan çıkabiliriz. Niye? Olumsuz duygulara bu kadar gömülmek doğru değil çünkü. Depresyon felaket bir şey çünkü. Yahu durun, ben ne kadar sürerse sürsün, yasımı tutmak istiyorum deseniz, yok kardeşim buna hakkın yok diyecek bilişsel terapist sana.
(Senaryosunda ciddi aksaklıklar olmasına rağmen çok etkileyici bir filmi öneririm, yas deyince: Captain Fantastic. Beş çocuğunu doğada büyüten bir baba. Çocukların annesi görünmüyor filmin başında. Öğreniyoruz ki ölmüş. Cenazeye gidiyorlar şehire. Kadının vasiyeti, yakılmak ve küllerinin bir tuvalete atılması. Kadının babası buna izin vermiyor ve gömüyorlar klasik törenle. Bunun üzerine baba ve çocukları cenazeyi mezarlıktan kaçırıyorlar. Doğada, müzikle, şarkı söyleyerek, güle oynaya yakıyorlar ve sonra yine belli bir neşe içinde küllerini tuvalete atıyor ve sifonu çekiyorlar. Çünkü "yaşam döngüsü" diye bir yaşam felsefesine sahipler hep birlikte. Bu şekilde yas tutmadan, yaşam döngüsünün devamına inanarak hayatlarına devam ediyorlar.)
Neticede, bilişsel terapi, belli bir mekanik çizgiye kayıyor. Duyguların hakkını verebildiğini düşünemiyorum. Tekrar vurgularsam, gerçek yaşam sorunlarına bakmak gibi bir önceliği yok, bireyin içinde varolduğu ortama, makro çevreden mikro çevreye kadar etkilendiği ortama hiç baktığı yok. Etkileşimsel bir varlık değil insan. Zihinsel şemaların esiri sadece.
Bu haliyle değerlendirdiğimde, yeni nesil psikiyatristlerin, bilhassa biz ilaç veriyoruz ama terapi de yapıyoruz diyenlerin, neden şaşmaz bir şekilde bilişsel yaklaşımı kullanıyor olduğunu da çözdüm. Derinlik yok, duygu yok (duygudaşlık yok), empatinin adı var belki, kendi yok, ama en önemlisi terapist denen kişinin süreçte çok belirgin hakimiyeti, otoritesi var. Dolayısıyla o psikolojik yardım sürecinin de etkileşimsel bir süreç olduğuna yönelik en ufak bir duyarlılık mevcut değil.
Ama yine de olumlu bakabileceğim yanları var. Bilhassa Sungur, ilaçtan uzak bir şekilde işini yürüttüğünde, sonuç da alıyor. Bu durumda, eh psikiyatrinin ilaç vurgusunu kıracak bir etkisi olacaksa bilişsel terapiye hoşgörüyle bakabilirim. Batı'da, bilhassa gençlerde psikiyatrik müdahale yerine bilişsel terapi giderek yaygınlaşıyor sanki. Zira biliniyor ki, gençlerde intihar riski ilaçla birlikte çok yukarıya çıkıyor. İngiltere örneğin, kısa sürede 10 bin uzman yetiştirmeyi programına aldı.
Bir de tabii, diğer uygulamalara kıyasla kısa sürüyor olduğu söyleniyor.
Ama etkili olduğuna dair çelişkili bulgular var. Haliyle bu yaklaşımı savunanlar, Türkiye'de başta Mehmet Sungur, etkili olduğunu iddia ediyorlar. Ama sonuçlar o kadar kesin konuşmayı destekliyor değil. Üstelik, bu mekanik bakışın zarar veriyor olduğu durumlar da yadsınamaz seviyede. Bu konuyu, yani bilişsel terapi etkili mi yoksa iddia edilenin tersine etkisiz mi konusunu, bilahare daha ayrıntılı ele almak istiyorum, şimdilik bu noktada bırakayım...
Mehmet Sungur'un IACP (International Association for Cognitive Psychotherapy / Uluslararası Bilişsel Psikoterapi Birliği) başkanı seçilmesine de değinerek bu uzun yazıyı tamamlayayım. Öncelikle pek de önemli olmayan bir ayrıntıya değineyim: Mehmet Sungur başkanı seçildiği organizasyonun adına ısrarla International Association for Cognitive Psychotherapies diyor, oysa internette gördüğüm üzere çoğul değil tekil yazılmış, Psychotherapy yani. İnsan başkanı olduğu organizasyonun adını yanlış söylemez, söylememeli...
Şöyle aktarıldı Mehmet Sungur'un başkanlığı: Amerika dışından hiç seçilmiş başkanı olmayan bir uluslararası birliğe ilk kez böyle biri seçildi. Tabii, Türkiye'den birinin bu başarıya ulaşması ayrıca manidar bir şeydi. Ben başka bir şey söyleyeceğim: bir psikiyatristin psikoloji odaklı bir birliğe başkan seçilmesi bence çok daha manidar bir sonuç. Son kongrede Mehmet Sungur dahil 17 davetli konuşmacı (keynote speaker) olduğunu görüyorum ve şöyle bir baktığımda tek psikiyatrist Mehmet Sungur. Bilişsel terapinin kurucusu Aaron Beck'in kızı Judith Beck'in de yer aldığı listedekilerin hepsi psikoloji alanından. Bu güzel bir gelişme tabii. Sungur artık psikoloji dünyasında.
Elbette gönül ister ki, psikiyatrist elbisesini tamamıyla çıkarmaktan da çekinmesin. Hatta psikiyatrik saçmalıklara karşı bir duruş da sergilesin.
sağlıcakla kalın,
Üstün Öngel
Sayfamızı Paylaşın
|
Sayfa Yorumları
Yorum Bırakın